Gillies’in ise savaş döneminde yüz hasarı olan askerler üzerinde yaptığı operasyonlar ve cerrahi bilimine katkıları için ikincil okumalar yapmak da mümkün. Barker, romanda geçen tarihi kişiliklerin yanı sıra, savaşın fonunda çapraz ateşe tutularak her iki kontrastın ışığı altında insani sorulara ve meselelere de olanak tanıyor.
“Tarih yalnızca günlerden, yerlerden ve savaşlardan oluşmaz. Tarih, bunların arasındaki boşlukları dolduran insanlar hakkındadır.”
Jodi Picoult
1943 doğumlu İngiliz yazar ve romancı Pat Barker’ın Türkçeye tercüme edilen ilk romanı Bencekitap etiketini ve Özlem Gitmez imzasını taşıyor. Yazarın 2012 yılında yayımlanan “Toby’nin Odası” romanını okuma şansına erişiyoruz. Tercümenin de oldukça başarılı olduğunu baştan belirtelim. Tarihi kurgu romanlarıyla bir hayli ödülü de kariyerine eklemiş olan Pat Barker’ın bugüne kadar dilimize tercüme edilmemiş olması bir hayli ilginç ve aynı zamanda kayıp olarak da nitelendirilebilir. Özellikle de tarihi kurgu bağlamında son yirmi yılda ikinci baskıyı kendi dilinde dahi görmeden unutulan kimlerin kimlerin tercüme edilmiş olduğunu bir düşünürseniz. “Toby’nin Odası”nı bir hayli güzel izlenimlerle bir kez terk ettikten sonra yazarın, üstünde en çok gürültü kopartılan “Regeneration” üçlemesini de okuma fırsatı buldum. Pat Barker’ın anlatım tarzına özellikle bu üçlemeyle daha çok tutulduğumu ve bu üçlemeyi de bir yayınevinin programına dâhil etmiş olmasını umduğumu belirtmeliyim. Son derece yalın ve doğrudan bir anlatımla hiçbir şeyi manipüle etmeye kalkışmayan, olayların ve karakterlerin içine kademeli olarak girebilmeye olanak sağlayan yaygın bir dile sahip Barker. İngiltere’de işçi sınıfı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Barker’ın yazınında da işçi sınıfının bütün hassasiyetlerinin izlerini gözlemlemek mümkün. Genel yazınına yayılan bu hassasiyetin, karakterlerini okuyucuyla bütünleştirmekte ve gerçek kılmakta nasıl bir etki yarattığı deneyimli okurun gözünden kaçmayacaktır. Aynı şekilde babasız geçirilen bir çocukluğun izlerinin birkaç romanında -üstelik tekrara da düşmeyerek- belirmesine kattığı edebi doyum, Barker’ın anlatısının eşsiz sayılabilecek yönlerinden birini oluşturuyor. Mevzubahis “Regeneration” üçlemesi gibi “Toby’nin Odası” da 1. Dünya Savaşını konu ediniyor. Barker’ın savaş söz konusu olduğunda, çarpışma ve muharebelerin yerine savaşın arka fonunda insanların ve sosyal düzeneklerin nasıl bir değişime ve yıkıma uğradığını anlatan bakış açısı “Toby’nin Odası” için de geçerli.
İçerideki çatışma
Savaşı, insani bir zaafın su yüzüne çıktığı an olarak da tanımlarız; elimizdekileri kaybetmeden değerini hiçbir zaman anlamadığımız şeylerin ayırtına vardığımız bir zaaf. İnsani pek çok değerin ayaklar altına alındığı, öldürmenin ve ölmenin kutsandığı yarı histeri anında, her şeyi kaybetmiş olmanın çıplaklığı o kadar yüz çevirticidir ki “insani” olanın ne olduğuna dair tanımlamalar kadar betimlemeler de tarihin tekrar tekrar kanıtladığı üzere, ne yazık ki savaşın varlığında ortaya çıkar. İnsanlık uslanmayan ve kendini yok etmeye programlı bir makineymiş izlenimi uyandırır. “Toby’nin Odası”, böyle büyük bir yıkımın öncesinde başlar; 1. Dünya Savaşı’nın öncesinde. 1912 yılında güzel sanatlar öğrencisi olan Elinor Brooke, Londra’daki aile evine gelir. Pek de sıcak bir aile yapısı mevcut değildir ve ailedeki her bir bireyin kendine ait, mesafeli uzak hayatları mevcuttur. Elinor sadece erkek kardeşi Toby ile yakındır fakat aralarında şekillenen ilişki Elinor’un dünyayla ve hayatla kurduğu bağ arasında daha da fazla içsel karmaşaya yol açacaktır. Erkek kardeşi kendisi için pek çok farklı anlamı karşılamakta, sanat öğrenimi boyunca deneyim edindiği hiçbir şey gerçekliğiyle örtüşmemektedir. Hayatta daha fazla bir şey olmalıdır ama bir türlü ne olduğunu çıkaramamaktadır. 1. Dünya Savaşının başlamasıyla birlikte hayat ve beraberinde getirdiği endişeler de başkalaşım gösterir. Toby’yi kaybetmesiyle birlikte iç dünyasında süregelen çatışmanın bir başka eksene kayışına tanık oluruz. Elinor’un cevap arayışı bir başka boyutta savaşın izlerini taşıyan bir toprağın sorduğu “neden?” sorusuyla kaynaşır. Tutulan yasın içerisinden bir yanıtın bulunup bulunamayacağına dair ikincil dışavurumun hafiyeliğinin, metnin altına yayıldığını sezinleriz. Ancak bunun yanlış anlaşılmasını da istemem. Barker’ın yazım tarzında asıl hikâyeyi ve öykünün akışını ön planda tutma alışkanlığında da bir bozulma meydana gelmez. Bir solukta okunabilecek, dönemin fonunda gerçek tarihi kişiliklere de yer veren ve en önemlisi kendi meselesi de olan bir metinle, güzel bir okuma serüveni yaşarız.
Eskiz
Romanda geçen gerçek tarihi kişiliklerden özellikle Harold Gillies ve Henry Tonks’u anmadan olmaz. Savaşta yüzünden yaralanan askerlerin vaka olarak değerlendirilmek üzere askeri hastanede pastel çizimlerini yapan Henry Tonks’un çizimleri, yıllar boyunca saklandıktan sonra gün yüzüne çıkartılmış ve sergilenmektedir. Ufak internet aramalarıyla bu çizimlere ulaşmanız mümkün. Plastik cerrahinin babası sayılan Harold Gillies’in ise savaş döneminde yüz hasarı olan askerler üzerinde yaptığı operasyonlar ve cerrahi bilimine katkıları için ikincil okumalar yapmak da mümkün. Barker, romanda geçen tarihi kişiliklerin yanı sıra, savaşın fonunda çapraz ateşe tutularak her iki kontrastın ışığı altında insani sorulara ve meselelere de olanak tanıyor. Savaş, sanat ve bilim arasındaki ilişkinin iç ve uç noktaları; Savaşta kadınların konumu ve rolü; Kayıp, yas ve küçük detayların bile ezip geçeceği bir gelecek algısı içinde hayata tutunabilmenin zorluğu; Kurban rolünün hayatta nasıl el değiştirebildiği vb. pek çok şey sayılabilir. Öykünün can alıcı sekanslarında kalın ve ağır bir örtüden atmosferi şekillendiren şey ise, tahmin edilebileceği üzere: 1. Dünya Savaşının yarattığı korku…
Romanı özellikle lezzet bakımından birbirinin ardına da eklenebilecek şekilde Barker’ın “Regeneration” üçlemesiyle birlikte tavsiye ederim. Takılan maskeler kadar, çıkartılan maskelerin de farkına varılabileceği ve çıplak yüzümüze bakmaya bol sabırla katlanabileceğimiz, -eskimişse eskimişbarış adında Truva atlarına tıkıştırılmayan, en masumunda dahi cinayetin kutsal sayıldığı bir korkunun pençesine bir kez daha düşmemek ve haftaya görüşmek dileğiyle.
M.Salih Kurt
Aydınlık Kitap Eki