Yedinci Gün, kırk bir yaşında hayatını yitirmiş bir adamın geriye doğru yaptığı bir yolculuk ve bu yolculuk vesilesiyle yapmaya fırsat bulduğu kişisel muhasebesi iken, aslında çok daha kolektif bir meseleyi tartışıyor.
Yu Hua’nın geçtiğimiz aylarda hayranlıkla okuduğum Yaşamak romanından sonra bir ikinci romanı daha Türkçede yayımlandı: Yedinci Gün. Yalnız bu sefer Jaguar’dan değil, Alabanda’dan ve Çince aslı yerine, İngilizce çevirisinden… Bu ön bilgiyle okuduğum kitap, beni her ne kadar dil açısından hayal kırıklığına uğratmasa da, İngilizce çevirisi hakkında okuduğum bazı eleştirilerden sonra, bu metnin bir de Türkçeye çevrilmiş olması ve bu süreçte nelerin aslına sadık kaldığı, nelerin –ister istemez– kalamadığı soruları içime bir kurt düşürmedi değil. Her halükarda Yedinci Gün, Yu Hua’nın yazarlık dehasının bütün izlerini taşıyor; yazar, ele aldığı konuların zenginliğine ve enginliğine rağmen hikayeciliğini bir kez daha zirveye taşıyarak –ne eksik ne fazla– tam kararında bir metinle tatmin edici bir okuma vaat ediyor.
Yedinci Gün, her şeyden önce güncel bir eser. Çincede 2013 yılında yayımlanmış olan romanın gücünü aldığı gerçeklik, tam da bugünün gerçekliği. Bireyi olduğu toplumla bir yazar olarak güçlü bağlar kuran Yu Hua, bu sefer gözlerini modern Çin’e çeviriyor ve bir ülkenin yüzleştiği büyük ekonomik değişimi, bunun paralelinde bir toplumun yaşadığı kolektif travmayı anlamaya ve anlatmaya çalışıyor. Yedinci Gün’ün başkahramanı Yang Fei de, onun etkileşimde bulunduğu diğer tüm karakterler de Çin’in geçirdiği büyük değişimin kendi hayatlarındaki yansımalarıyla boğuşuyor. Yu Hua, bu hem ekonomik, hem politik hem de kültürel değişimin tek tek bireylerin hayatında neler yaptığını hikaye ederken, yaşadığı ülkenin bugününün fotoğrafını çekiyor. Çin, Yaşamak’tan sonra bu romanında da adeta bir karakter olarak beliriyor ve roman boyunca onun odak noktası olarak kalmaya devam ediyor. Yu Hua, bu sırada belki bir açıdan belgesel bir sorumluluk üstlenirken, diğer yandan kurmacanın sınırsız dünyasından asla taviz vermiyor ve –yine– iyi bir kurmaca yazarı olduğunu hatırlatıyor.
Yedinci Gün’ün hikayesi bir sonla başlıyor, bir adamın ölümüyle, başkahramanımız Yang Fei’nin şu cümleleriyle: “Kaldığım odadan çıkıp kıraç, kasvetli şehirde tek başıma dolaşmaya başladığımda sis epey yoğundu. Bir zamanlar krematoryum diye bilinen, şimdilerdeyse cenaze evi olarak adlandırılan yere doğru ilerliyordum. Yakılma törenim saat 9:00’a planlandığından, sabah saat 9:00’da orada olmamı söyleyen bir talimat ulaşmıştı elime.” Hikaye tam bu noktadan geriye doğru yol almaya başlıyor ve Yang Fei’yi ta en baştan kendi cenazesine getiren olayları aktarıyor. Tam olarak lineer bir yol izlemeyen bu anlatı, bizzat Yang Fei’nin ağzından aktarılıyor ve onun doğumdan ölüme hayatının en önemli duraklarına uğruyor, hayatına giren ve kaderini değiştiren insanların yaşam öykülerine doğru dallanıp budaklanıyor. Bu süreçte Yang Fei ölümle yaşam arasında puslu, bulanık, belki bir “araf” olarak niteleyebileceğim bir yerde yedi gün boyunca yol alıyor; nasıl doğduğu ve nasıl öldüğü dahil her şeyi hatırlayarak gerçeğiyle hesaplaşıyor, açık bıraktığı dosyaları kapatıyor. Birinci gün Yang Fei’nin ölümüyle başlayan hikaye, yedinci günde –bütün taşların yerine oturmasıyla–tamamlanıyor.
Öte yandan bu öte-dünya sadece Yang Fei’nin değil, onun kaderini paylaşan herkesin öldükten sonra gittiği ve edebi istirahate geç(e)meden bekledikleri ve günün sonunda ayrılmak konusunda çok da ısrarcı olmadıkları, çünkü geçici de olsa onlara hayatlarında ilk kez “huzur”u buldukları bir yer. Kim peki bu iki arada bir derede insanlar? Kendi yasını tutmak zorunda kalanlar, arkasından ona bir mezar yeri “satın alacak” kimsesi olmayanlar…
Çin’in ekonomik cehenneminde, modern dünyanın acımasız çarkları arasında ölüm kalım savaşı veren “yoksul” insanlar, yeraltında yaşayan fare-insanlar, içinde yaşarken dozerler tarafından evleri yıkılanlar, karnını doyurmak için bedenini sunma olasılığını göze alabilen kadınlar, sevdikleri için böbreğini satanlar, tıbbi atık olarak “çöpe atılan” bebekler, lüks arabaların altında kalıp hayatını kaybedenler, dayanamayıp intihar edenler… Peki nasıl bir yer bu “yatacak yeri olmayanlar”ın gittiği öte-dünya? Gerçek dünyanın cehenneminden uzak, onun neredeyse antitezi olacak bir yer burası; gerçek hayatta kendine yer bulamamışların birbirine sevgiyle kucak açtıkları bir yok-yer. Evet, burada hiçbir şey olmuyor, hiçbir şey “gerçek” değil ve hayat alabildiğine yavan ama hayatın kadim bilgisine ancak hayatı yitirince erişmiş insanların sevgi bilinciyle yan yana geldikleri ve hayatta (ya da ölümde demeliyim) ilk kez eşit oldukları bir “cennet.”
Yedinci Gün, kırk bir yaşında hayatını yitirmiş bir adamın geriye doğru yaptığı bir yolculuk ve bu yolculuk vesilesiyle yapmaya fırsat bulduğu kişisel muhasebesi iken, aslında çok daha kolektif bir meseleyi tartışıyor. Bunu gerçek dışı, bazen absürt, hatta fantastik öğeleri yan yana getirerek yapıyor olsa da, aslında bugün sadece Çin’de değil, dünyanın her yerinde kendini hissettiren küresel bir buhranı masaya yatırıyor. Bunu yaparken bir sistem eleştirisi sunuyor; kapitalizmi, moderniteyi yeriyor. Ama bunu siyasetin bilindik söylemleriyle yapmıyor, büyük büyük laflar etmek yerine, mevcut sistemin tek başına bireyin hayatında, onun küçücük evreninde ne tür hasarlar yarattığına ışık tutmaya çalışıyor. Bir yandan sistemin tüm defolarını açık ederken, bireyin kendi dünyasında büyük alan kaplayan aile açmazından ya da böyle bir realitede birini çok sevmenin hallerinden de bahsediyor. Yedinci Gün bu haliyle eş derecede politik ve bireysel kalmayı başarıyor. Kurmaca bir eser olduğunu da hiç unutturmuyor, ders vermekten, didaktik olmaktan uzak duruyor.
Yu Hua’nın betimlediği dünya modern Çin. Ama anlattıkları o kadar tanıdık ki. İçinde çaresizce dönenip durduğumuz ve her gün başka başka çaresizliklere kapıldığımız dünyaya sunduğu yer yer karanlık, yer yer hüzünlü, yer yer mizahi ama kesinlikle iyimser bakış açısıyla Yedinci Günokumaya kesinlikle değer… Yu Hua’yı henüz keşfetmediyseniz, hiç vakit kaybetmeyin derim. Romandan şu kısacık alıntıyı yapmadan edemeyeceğim: “Kendimi, yoğun bir ormanın içinde yolumu bulmaya çalışırcasına, artık sıkılaşıp yoğunlaşan anılardan kurtardım. Yorucu düşünceler uzanıp dinleniyor ama bedenim uçsuz bucaksız bir boşlukta, boş bir sessizliğin içinde hareket etmeyi sürdürüyordu. Havada kuşlar uçmuyor, suda balıklar yüzmüyor ve toprakta hiçbir şey yetişmiyordu.”
Görsel: Tolga Tarhan
http://www.sabitfikir.com/elestiri/“bu-duraksiz-timarhanede-uykuyla-uyaniklik-arasinda”
]]>
Didem Yıldırım: Çağdaş Güney Afrika Şiiri Antolojisi isimli çalışmanız bu yılın ilk aylarında Bencekitap Yayınları’ından çıktı. Güney Afrika, belki coğrafi konumundan ötürü, belki politik olarak, kültürüyle, dilleriyle, yaşama biçimiyle Türkiye’de çok tanınan bir ülke değil. Sinemasına, tiyatrosuna, edebiyatına dair de çok şey bilmiyoruz. Ben bu yüzden bu çalışmanın Güney Afrika edebiyatını tanımakta önemli bir yer tuttuğunu düşünüyorum. Sizi bu çalışmaya iten neden nedir?
İlyas Tunç: Güney Afrika deyince siyasal anlamda ilk akla gelen şey apartheid; yani ırkayrımıdır. 1948-1994 yılları arasında beyaz ırkın siyahilere uyguladığı ayrımcılık politikalarıyla yönetilen Afrika’nın bu tipik ülkesi Türkiye’de, özellikle Nelson Mandela’nın 1992 Atatürk Barış Ödülü’nü reddetmesiyle gündeme gelmiştir. Ancak, Güney Afrika’ya ilginin daha öncesinden Winnie Mandela (Winnie Mandela-Kaynak Yayınları-1986), Özgür Bir Güney Afrika Ve Rivonia Davaları Savunusu (Nelson Mandela-Belge Yayınları-1986) gibi kitaplarla politik düzlemde, Alan Paton’ın filme de alınan Ağla Sevgili Yurdum (1986) adlı romanıyla ise edebi düzlemde başladığını söyleyebiliriz. Şiire gelince, Cevat Çapan’ın Şiir Çevir Denize At adlı antolojisinde Breyten Breytenbach’tan çevirdiği bir kaç şiir ile Özcan Özbilge’nin Karatenli Şiirler‘indeki (Yazko Yayınları-1983) romancı Peter Abrahams ve Richard Rive’dan çevirdiği iki şiiri hatırlıyorum. Kuşkusuz, dergilerde yayımlanmış başka çeviriler de olabilir.
Yıllarca ırk ayrımı ve sömürgeciliğe karşı mücadele eden bir halkın duygularının şiire nasıl yansıdığını görmek beni bu çalışmaya iten nedenlerin başında geliyor. Diğer bir neden ise Kara Kıta’nın en ucundaki bu ülkenin şiirinin Türkiye’de neredeyse hiç bilinmemesidir.
Didem Yıldırım: Bir ülkenin şiirini anlayabilmek için, o ülkenin tarihini, günlük yaşama biçimlerini, acılarını, kederlerini, başkaldırılarını da bilmek gerekir diye düşünüyorum. Bu nokta da, belki de okuyup araştırmanın yetemeyeceği noktalar olabilir, buna katılıyor musunuz? Güney Afrika’da hiç bulundunuz mu? İçinde bulunduğu politik durumla, genel hatlarıyla bize biraz Güney Afrika’yı anlatır mısınız?
İlyas Tunç: Evet! Bir ülkenin şiirini o ülkenin tarihinden, kültüründen, yaşam biçiminden soyutlayamayız. Çeviride, özellikle antoloji hazırlamada şiirini çevirdiğiniz ülke hakkında yeterince bilgilenmek gerekir. Süreç içinde Güney Afrika hakkında ilginç bilgiler edindim. Hem kitaplardan hem internet ortamından hem de şairlerle yaptığım birebir yazışmalardan yararlandım. Öte yandan, 2009‘da Durban kentinde düzenlenen Poetry Afrika’ya katılmak benim için bir şans oldu. Şiirlerini çevirdiğim bazı şairlerle yüzyüze gelmek ayrı bir mutluluktu.
Güney Afrika, zengin ama yoksul bir ülke. 1994’de Mandela’nın iktidara gelmesinden bu yana siyahlara sağlanan özgürlük ortamından başka değişen fazla bir şey yok. Yoksulluk, işsizlik, tecavüz, AIDS, ekonomik eşitsizlik yine hüküm sürüyor. Örneğin, siyahların yaşadığı teneke mahallelerde eskiden beyazlara karşı oluşan öfke, son yıllarda iş bulmak için Zimbabve ve Mozambik’ten gelen siyah göçmenlere yöneltmiş durumda. Çünkü, bu göçmenlerin düşük ücretlerle çalışmaya razı olup ülkedeki istihdamı iyice azalttıkları söyleniyor. Yine de Afrika’nın en gelişmiş ülkesi. Dünyada en fazla altın madeni kaynaklarına sahip. Vahşi doğasıyla, botanik bahçeleriyle, tropikal meyveleriyle, danslarıyla, müzikleriyle büyüleyici bir yer. Son zamanlara kadar Türkiye ile ilişkileri pek iyi değildi. Bunun nedenini biraz da Turgut Özal’ın Mandela iktidarı öncesi tüm dünyanın Güney Afrika’ya uyguladığı amborgoyu kırmasında ve daha sonra devlet başkanlığına gelecek olan Thoba Mbeki’nin Türkiye’ye sokulmamasında aramalıyız.
Didem Yıldırım: Kitabı okuduğumuzda Güney Afrika’nın şiir açısından çok zengin bir ülke olduğunu anlıyoruz ve birbirinden farklı pek çok tatta şiir kalıyor aklımızda. Kitapta 67 şair var. Şairleri antolojiye dahil ederken, nasıl bir seçme yoluna gittiniz? Antolojinize dahil ettiğinize göre, burada bulunan şairlerin hepsini önemsediğiniz aşikâr; şöyle bir düşündüğünüzde gelecekte en çok konuşulacak, adından söz ettirecek Çağdaş Güney Afrikalı şairler kimlerdir desem?
İlyas Tunç: Güney Afrika’nın şiir geleneği sözlü geleneğe yaslanıyor. Yazı diline geçilmeden önce övgü şiir (praise poem) denilen şiir türü oldukça yaygındı. Doğum, ölüm, düğün, av, büyü gibi törenlerde söylenen bu şiir krala ya da ulusal bir kahramana övgü dizelerinden oluşuyor. 1980’li yıllarda övgü şiir kırsal bölgelerden kentlere kayarak protest bir nitelik kazanıyor. Rap ve hiphop kültürüyle beslenerek performans ya da sahne şiirine dönüşüyor. Modern Güney Afrika şiirinde sözlü geleneğin izlerini bugün hâlâ görebiliyoruz. Öte yandan 1970’lerde Siyah Bilinç Hareketi’nin etkisiyle gelişen ırkçı rejime karşı bir başkaldırı şiiri var. Gerçekten de Güney Afrika şiiri çok renkli, farklı tadlar veren bir şiir. Örneğin, Johannesburg’un dört milyonluk teneke varoşu Soweto’da yaşayan çok önemli şairlerden bahsedebiliriz. Örneğin, genellikle doğayı, dinselliği, yalnızlığı, aşkı konu edinen Afrikaans şiirden bahsedebiliriz. Örneğin, beyaz ırktan olmalarına rağmen ırkçı rejime karşı siyahların yanında yer alan İngiliz ve Afrikaans kökenli şairlerden bahsedebiliriz. Örneğin, Zulu şairlerden, Zhosa şairlerden ve daha birçok yerli şairlerden bahsedebiliriz. Örneğin, İngilizce, Afrikaans ve yerel sözcüklerin karışımı Tsotsi-taal diliyle yazılan şiirden bahsedebiliriz. Örneğin, sözel geleneğin izinden yürüyen yerli şairlerden bahsedebiliriz. Örneğin, sürgün şiirinden bahsedebiliriz. Örneğin, diasporal Güney Afrika şiirinden bahsedebiliriz.
Antolojiyi hazırlama aşamasında çok sayıda Güney Afrikalı şairle elektronik olarak yazıştım. Seçeceğim şairler için önemli şairlerin referansını aldım. Zulu ve diğer yerli şairlerle, İngiliz kökenli ve Afrikaans şairler arasında mümkün olduğunca sayısal bir denge sağlamaya çalıştım. Poetry Afrika festivalinde bizzat antoloji üzerinde görüşme fırsatı da yakaladım.
Mazisi Kunene, Mongane Wally Serote, Breyten Breytenbach, Ruth Miller, Denis Brutus, Mafika Pascal Gwala, Ingrid Jonker, Keorapetse Kgositsile, Don Mattera dünya çapındaki Güney Afrikalı şairlerdir. Daha genç kuşaktan şairler arasında Lesego Rampolokeng, Farouk Asvad, Ari Sitas, Makhosazana Khosi Xaba, Mxolisi Nyezwa, Malika Ndlovu, Mzi Mahola, Charl-Pierre Naude şiirlerini kendime yakın bulduğum şairlerdir diyebilirim.
Didem Yıldırım: Güney Afrika’da şu an için on bir tane resmi dilin bulunduğu, fakat edebiyat dili olarak çoğunlukla İngilizcenin kullanıldığını biliyoruz. Antolojideki şiirler de doğrudan İngilizceden tercüme edildi. Şiir çevirisi, edebiyatta çok hassas bir denge gerektirirken, bu uzak diyarın şiirini çevirirken, siz nasıl sıkıntılar yaşadınız?
İlyas Tunç: Güney Afrika’nın resmi dillerinden biri olan İngilizce edebiyat dili olarak da ağırlığını sürdürüyor. Bu, Afrikaans ya da yerli dillerden biriyle şiirler yazılmadığı anlamına gelmiyor. Ancak, 1970’li yıllarda siyahi şairler, ırk ayrımcı yönetimin baskılarını tüm dünyaya duyurabilmek için İngilizce’yi tercih ettiklerini bizzat söylüyorlar. Siyah şiirin yükselişi İngiliz kökenli şair Lionel Abrahams’ın Mongane Wally Serote‘nin Yakhol Inkomo ve Mbuyiseni Oswald Mtshali’nin The Sound Of A Cowhide Drum adlı kitaplarını yayınlamasıyla gerçekleşiyor. Bazı Afrikaans, Zulu ve diğer yerli şairler de kendi dillerinde yazdıklarını yine kendileri İngilizce’ye çeviriyorlar.
Süreç içinde güçlük çekilen noktalara açıklık getirmek veya bir şiirin arka planını anlamak amacıyla çok sayıda şairle yazıştım. Sorularıma yanıt vermekle yetinmediler, aynı zamanda kitaplarını, şiirlerini göndererek destek verdiler. Robert Berold başta olmak üzere Mzi Maholo’dan Shabbir Banoobhai’ye, Allan Kolski’den Mongane Wally Serote’ye dek hepsine teşekkür etmeliyim. Ayrıca, NELM (İngilizce Ulusal Edebiyat Müzesi) çalışanları şiirlerini bulmakta güçlük çektiğim Tatamkhulu Afrika, Keorapetse Kgositsile, Mafika Gwala ve Roy Campbell’in şiirlerini gönderdiler. Joan Metelercamp Ruth Miller’in 1968 basımı kitabını postaladı. Afrikaans şair Sheila Cussons’ın edebi mirascısı Amanda Botha şairin şiirlerini bu çalışma için fotokopi yaptı. Timbila ve Botsotso gibi dergilerinden yararlandım.
Didem Yıldırım: Yaptığınız çevirilerde doğrudan yazarın kendi sesini mi korumaya çalışıyorsunuz, yoksa bu isimleri daha özgür bir yerden mi konuşturuyorsunuz? Yani, o dünyayı buranın kodlarıyla bir kez daha düşünen çeviriler mi sizinkiler?
İlyas Tunç: Çeviride şairin kendi sesini korumaya çalıştığımı; daha doğrusu, gereksiz özgürlükten kaçındığımı söylemeliyim. Bu noktada, şairin yaşadığı koşulları, özgeçmişini, içinde yetiştiği kültürü, hakkında yapılan eleştirileri bilmek gerekiyor. Ancak, kaynak dilde ortaya çıkmış bir şiiri hedef dile aktarırken o kültürde de bir yer edinmesi gerekiyor. İşte biz buna ‘çevrilince yiten şeyler‘ diyoruz. Yine de çevirmen mümkün olduğunca fazla şey yitirmemeli. Herşeyden önce şiirin özgün biçimine sadık kalınmalı. Aslında şiir çevirisini şairlerin yapması daha iyi sonuçlar doğurur. Çünkü, karşınıza öyle çetrefilli dizeler çıkıyor ki sezgi kaçınılmaz oluyor. Şairlerin ise sezgisi güçlüdür.
Didem Yıldırım: Hep şiir çevirisi mi yaptınız? Sizin de şiir yazdığınızı biliyorum. Edebi çevirinin bir dalı olarak şiir çevirisi yapabilmek için sizce şiirle ne tür bir ilişki içerisinde olmak gerekiyor? Doğrudan edebi kaygılarla yazılmış, bir düz yazı metni çevirmekle, şiir çevirmek arasındaki fark nedir?
İlyas Tunç: Metin çevirileri de yapıyorum. Ancak, şiir çevirisi bana daha keyifli geliyor; zor olsa da… Şiir çevirisinde şair olmanın avantajına değinmiştim. Ama, şair olmak da yetmeyebilir. Şiiri iyi okumak, kaynak ve hedef dili iyi bilmek, sesi, müzikaliteyi yakalamak gerekiyor. Ayrıca, hem şiir hem de edebi metin çevirilerinde uslubu verebilmek de önemlidir. Bir de çevirmenin kendi ana diline yaptığı çevirilerde sosyal ve kültürel değerleri metne yansıtmasının daha kolay olduğunu söylemeliyim.
Didem Yıldırım: Antoloji içerisinde pek çok ilgi çekici şair ve iyi şiir var. Bu anlamda, şairleri tanımamız açısından her bölümde şairler hakkında verdiğiniz biyografik bilgiler çok kıymetli bence. Ben Güney Afrika’nın Sylvia Plath’i olarak bilinen Afrikaans şair Ingrid Jonker hakkında sormak istiyorum, çok etkileyici şiirleri var. Hayat hikâyeleri de biraz benziyor sanki Slyvia Plath’le. Nedir bu iki şair arasındaki benzerlik bir de siz anlatır mısınız?
İlyas Tunç: Antoloji, dosya olarak daha geniş hacimliydi. Her şairden ortalama 5’er şiir vardı. Yayınevinin önerisi üzerine kısıtlamaya gitmek zorunda kaldım. Bu nedenle, çok sevdiğim şiirlerden antoloji dışında kalanlar oldu. Yine de Bencekitap’a teşekkür etmeliyim.
Sylvia Plath (1932-1963) ve Ingrid Jonker (1933-1965) aynı dönemlerde yaşamış aynı trajik girişimle hayatlarına son vermiş iki kadın şair. İkisi de babalarıyla iyi geçinememiş, ikisi de şair ve yazarlarla aşklar yaşamış; Sylvia Plath Ted Huges ile Ingrid Jonker Jack Cope ve Andre Brink ile… İkisi de aldatılmış, ikisi de içe dönük ama öfkeli, ikisi de çekici, ikisi de çocuklu… Kendilerini hapsettikleri mikro evrenlerinde makro düzeyde lirik şiirler yazmışlar. Yaşadıkları sürece ruhsal tedavi görmüşler. Plath, çocuklarının uyduğu odanın kapısını havlularla kapadıktan sonra mutfağa gidip başını havagazını açtığı fırının içine sokarak intihar ediyor. Jonker ise kaldığı akıl hastanesinden kaçarak kendini denize atıyor. İntihar ettiklerinde hemen hemen aynı yaştalar. Yaşamlarındaki benzerlik Sylvia ve Black Butterflies filmlerini izleyince daha belirgin bir şekilde ortaya çıkıyor. Antolojide yer alan şairlerden Micheal Cope romancı Jack Cope’un eski eşinden olan oğlu; yani aynı zamanda Ingrid Jonker’ın üvey oğlu. Micheal, bana yazdığı bir mektupta Jonker için “… Kendi dünyasında o kadar yalnızdı ki biz çocukları fark edemiyordu. Önemsemedi bizi ne de ilgilendi. Çünkü, benim gibi o da tüm dikkatlerin üzerine çekilmesini, yalnızca kendinden bahsedilmesini isteyen zavallı bir çocuktu…“ diyordu.
Didem Yıldırım: Sizin Türkiye şiirini de yakından takip ettiğinizi biliyorum. Çağdaş Güney Afrika Şiiri ile Çağdaş Türkiye şiirinin anlam ve biçem yönünden benzeştikleri ve ayrıştıkları noktalardan bahsetmek ister misiniz biraz?
İlyas Tunç: Güney Afrika şiiri Türk şiirine göre daha yeni bir şiir. Gelenek açısından Türk şiiri daha güçlü, daha zengin bir şiir… Örneğin, bizde Cumhuriyet’ten önce kökleri yüzlerce yıl derinlerden gelen Divan ve Halk edebiyatları geleneği, batılılaşmayla birlikte biçimlenen Tanzimat ve Serfet-i Funun edebiyatları var. Güney Afrika yazı diline 19. yüzyılda geçmiş bir sömürge ülkesi. Sömürgecilerin yaptığı ilk iş İncil’i latin alfabesinin kullanıldığı yerli dillere çevrilmek olmuş. Hristiyanlığın edebiyata, şiire yansımalarını görmemek mümkün değil. Güney Afrikalı şairlerin önemli bir kısmının aynı zamanda akademisyen olduğunu belirtmekte yarar var. Sözel kültürün şiirdeki etkileri Güney Afrika şiirinde daha belirgindir. Bu kültürün getirdiği sahne ya da performans şiiri hâlâ çeşitli etkinliklerde söyleniyor. Siyahların yazdığı şiiri beyaz ırktan şairlerin yazdıklarına göre daha somut, daha öfkeli, daha dışavurumcu daha mücadeleci diyebiliriz.
Didem Yıldırım: Vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederim.
İlyas Tunç: Ben de teşekkür ediyorum.
Didem Yıldırım
]]>“Tarih yalnızca günlerden, yerlerden ve savaşlardan oluşmaz. Tarih, bunların arasındaki boşlukları dolduran insanlar hakkındadır.”
Jodi Picoult
1943 doğumlu İngiliz yazar ve romancı Pat Barker’ın Türkçeye tercüme edilen ilk romanı Bencekitap etiketini ve Özlem Gitmez imzasını taşıyor. Yazarın 2012 yılında yayımlanan “Toby’nin Odası” romanını okuma şansına erişiyoruz. Tercümenin de oldukça başarılı olduğunu baştan belirtelim. Tarihi kurgu romanlarıyla bir hayli ödülü de kariyerine eklemiş olan Pat Barker’ın bugüne kadar dilimize tercüme edilmemiş olması bir hayli ilginç ve aynı zamanda kayıp olarak da nitelendirilebilir. Özellikle de tarihi kurgu bağlamında son yirmi yılda ikinci baskıyı kendi dilinde dahi görmeden unutulan kimlerin kimlerin tercüme edilmiş olduğunu bir düşünürseniz. “Toby’nin Odası”nı bir hayli güzel izlenimlerle bir kez terk ettikten sonra yazarın, üstünde en çok gürültü kopartılan “Regeneration” üçlemesini de okuma fırsatı buldum. Pat Barker’ın anlatım tarzına özellikle bu üçlemeyle daha çok tutulduğumu ve bu üçlemeyi de bir yayınevinin programına dâhil etmiş olmasını umduğumu belirtmeliyim. Son derece yalın ve doğrudan bir anlatımla hiçbir şeyi manipüle etmeye kalkışmayan, olayların ve karakterlerin içine kademeli olarak girebilmeye olanak sağlayan yaygın bir dile sahip Barker. İngiltere’de işçi sınıfı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Barker’ın yazınında da işçi sınıfının bütün hassasiyetlerinin izlerini gözlemlemek mümkün. Genel yazınına yayılan bu hassasiyetin, karakterlerini okuyucuyla bütünleştirmekte ve gerçek kılmakta nasıl bir etki yarattığı deneyimli okurun gözünden kaçmayacaktır. Aynı şekilde babasız geçirilen bir çocukluğun izlerinin birkaç romanında -üstelik tekrara da düşmeyerek- belirmesine kattığı edebi doyum, Barker’ın anlatısının eşsiz sayılabilecek yönlerinden birini oluşturuyor. Mevzubahis “Regeneration” üçlemesi gibi “Toby’nin Odası” da 1. Dünya Savaşını konu ediniyor. Barker’ın savaş söz konusu olduğunda, çarpışma ve muharebelerin yerine savaşın arka fonunda insanların ve sosyal düzeneklerin nasıl bir değişime ve yıkıma uğradığını anlatan bakış açısı “Toby’nin Odası” için de geçerli.
İçerideki çatışma
Savaşı, insani bir zaafın su yüzüne çıktığı an olarak da tanımlarız; elimizdekileri kaybetmeden değerini hiçbir zaman anlamadığımız şeylerin ayırtına vardığımız bir zaaf. İnsani pek çok değerin ayaklar altına alındığı, öldürmenin ve ölmenin kutsandığı yarı histeri anında, her şeyi kaybetmiş olmanın çıplaklığı o kadar yüz çevirticidir ki “insani” olanın ne olduğuna dair tanımlamalar kadar betimlemeler de tarihin tekrar tekrar kanıtladığı üzere, ne yazık ki savaşın varlığında ortaya çıkar. İnsanlık uslanmayan ve kendini yok etmeye programlı bir makineymiş izlenimi uyandırır. “Toby’nin Odası”, böyle büyük bir yıkımın öncesinde başlar; 1. Dünya Savaşı’nın öncesinde. 1912 yılında güzel sanatlar öğrencisi olan Elinor Brooke, Londra’daki aile evine gelir. Pek de sıcak bir aile yapısı mevcut değildir ve ailedeki her bir bireyin kendine ait, mesafeli uzak hayatları mevcuttur. Elinor sadece erkek kardeşi Toby ile yakındır fakat aralarında şekillenen ilişki Elinor’un dünyayla ve hayatla kurduğu bağ arasında daha da fazla içsel karmaşaya yol açacaktır. Erkek kardeşi kendisi için pek çok farklı anlamı karşılamakta, sanat öğrenimi boyunca deneyim edindiği hiçbir şey gerçekliğiyle örtüşmemektedir. Hayatta daha fazla bir şey olmalıdır ama bir türlü ne olduğunu çıkaramamaktadır. 1. Dünya Savaşının başlamasıyla birlikte hayat ve beraberinde getirdiği endişeler de başkalaşım gösterir. Toby’yi kaybetmesiyle birlikte iç dünyasında süregelen çatışmanın bir başka eksene kayışına tanık oluruz. Elinor’un cevap arayışı bir başka boyutta savaşın izlerini taşıyan bir toprağın sorduğu “neden?” sorusuyla kaynaşır. Tutulan yasın içerisinden bir yanıtın bulunup bulunamayacağına dair ikincil dışavurumun hafiyeliğinin, metnin altına yayıldığını sezinleriz. Ancak bunun yanlış anlaşılmasını da istemem. Barker’ın yazım tarzında asıl hikâyeyi ve öykünün akışını ön planda tutma alışkanlığında da bir bozulma meydana gelmez. Bir solukta okunabilecek, dönemin fonunda gerçek tarihi kişiliklere de yer veren ve en önemlisi kendi meselesi de olan bir metinle, güzel bir okuma serüveni yaşarız.
Eskiz
Romanda geçen gerçek tarihi kişiliklerden özellikle Harold Gillies ve Henry Tonks’u anmadan olmaz. Savaşta yüzünden yaralanan askerlerin vaka olarak değerlendirilmek üzere askeri hastanede pastel çizimlerini yapan Henry Tonks’un çizimleri, yıllar boyunca saklandıktan sonra gün yüzüne çıkartılmış ve sergilenmektedir. Ufak internet aramalarıyla bu çizimlere ulaşmanız mümkün. Plastik cerrahinin babası sayılan Harold Gillies’in ise savaş döneminde yüz hasarı olan askerler üzerinde yaptığı operasyonlar ve cerrahi bilimine katkıları için ikincil okumalar yapmak da mümkün. Barker, romanda geçen tarihi kişiliklerin yanı sıra, savaşın fonunda çapraz ateşe tutularak her iki kontrastın ışığı altında insani sorulara ve meselelere de olanak tanıyor. Savaş, sanat ve bilim arasındaki ilişkinin iç ve uç noktaları; Savaşta kadınların konumu ve rolü; Kayıp, yas ve küçük detayların bile ezip geçeceği bir gelecek algısı içinde hayata tutunabilmenin zorluğu; Kurban rolünün hayatta nasıl el değiştirebildiği vb. pek çok şey sayılabilir. Öykünün can alıcı sekanslarında kalın ve ağır bir örtüden atmosferi şekillendiren şey ise, tahmin edilebileceği üzere: 1. Dünya Savaşının yarattığı korku…
Romanı özellikle lezzet bakımından birbirinin ardına da eklenebilecek şekilde Barker’ın “Regeneration” üçlemesiyle birlikte tavsiye ederim. Takılan maskeler kadar, çıkartılan maskelerin de farkına varılabileceği ve çıplak yüzümüze bakmaya bol sabırla katlanabileceğimiz, -eskimişse eskimişbarış adında Truva atlarına tıkıştırılmayan, en masumunda dahi cinayetin kutsal sayıldığı bir korkunun pençesine bir kez daha düşmemek ve haftaya görüşmek dileğiyle.
M.Salih Kurt
Aydınlık Kitap Eki
]]>Elif Yonat Toğay ilk kitabı Herkes Gibi Herkes Kadar ile okurların karşısına çıktı. Yonat, anlatımının içtenliği, hikâyelerinin gerçekliklerle güçlü bağı ile adından söz ettirecek bir yazar.
Herkes Gibi Herkes Kadar ilişkiler ve haller üzerine yoğunlaşan bir yazarın okunmaya değer bir ilk kitabı.
İlk kitabınız vesilesi ile yazın serüveninizden başlayalım isterseniz…
Kendimi bildim bileli yazıyorum. Günlük, anı, mektup, deneme… Üniversite yıllarımda, İngilizceden dilimize roman çevirileri… Son yıllarda, çalışma hayatımın temposu hafifleyince, daha ciddi yazmak istediğime karar verdim. Yaratıcı yazarlık dersleri aldım, atölyelere katıldım. Atölyelerle birlikte, öyküye başladım. Öykülerim, bir yandan edebiyat dergilerinde yayınlanırken, bir yandan da kitap dosyası hazırlığı yaptım. Ve birkaç ay önce, ilk kitabım okurla buluştu.
Herkes Gibi Herkes Kadar, kitabınızdaki hikâyelerin birinden isimlenmiyor. Kitabınızın isim seçiminden bahseder misiniz?
Bir süre isimsiz kaldı. Bazı öyküler arasında gidip geldim. Hiçbiri içime sinmedi. Yayıneviyle sözleşme aşamasından önce, farklı coğrafyalarda çok farklı kültürleri gözlemleme fırsatı bulduğum uzun bir tatile çıktık ve dönüş yolunda, “Herkes Gibi Herkes Kadar” ismi bir anda geldi. Öykü karakterlerimin ortak özelliğinin, her an her yerde rastlayabileceğimiz insanlar olduğunu fark ettim. Her biri herkes gibi, herkes kadar…
Herkes Gibi Herkes Kadar, naif detaylarla ve ince bir mizah da barındıran atıllık, terk edilmişlik, üretkenlik ile mutluluk arasında salınan yaşlılık, ölüm, hastalık gibi temalara yoğunlaşıyor. Duygu yüklü, içten, fazlalık barındırmayan öykülerinizde bu temaları ustalıkla sunmanızda gözlem ve duyumsamanın dışında neler etkili oldu?
Öncelikle güzel yorumlarınız için teşekkür ederim. Ustalıktan kastettiğiniz inandırıcılık sanırım. Yazarken, temel kaygım inandırıcı olmak. Ben, inandığım öyküden zevk aldığım için, ister istemez kendim gibi okurlara hitap ediyorum. Gözlemin yanı sıra, çok araştırıyorum. Herhangi bir hastalıktan söz edeceksem örneğin, o konuyla ilgili çok fazla okuyorum, gerekirse bir doktora danışıyorum, benzer hasta ve/ya hasta yakınlarının yaşadıklarıyla ilgileniyorum. Aynı şekilde, bir bitki söz konusuysa, yine öyle. Yazmak bir hafta sürüyorsa, araştırmak belki bir ay…
Hikâyelerinizde hayatın sonluluğu duygusu ile baş etmeye veya küçücük bir değişiklikle –Fitilli Kadife– yaşamla yeniden güçlü bir bağ yakalayan insanlar var. Kahramanlarınız yaşamın yalnızlığının, ölümün yalnızlığı ile sonuçlandığının gayet farkındalar. Hikâyelerinizde bu farkındalığa vurgu için mi çoğunlukla orta yaş ve üstü bir karakter yer alıyor?
Elbette, karakterleri konulara göre yaratıyorum. Bu kitapta, konu itibarıyla daha çok olgunluk dönemini yaşayan karakterler yer aldı. Özellikle, kitabı anneanneme ithaf ettiğim için bir bütünlük oluşturmak amacıyla bunu özellikle tercih ettim. Bir sonrakinde bambaşka konular ve karakterler olacak.
Hâyal hikâyeniz oldukça hüzünlü… Var olmanın anlamı kısmet vb. tarihsel kodlarla belirlendiği ve içten de olsa kadınlara hayal olarak bahşedilen varoluşu sorgulayan bir hikâye. Öte yandan incitmeyen bir alaysılık da var. Bir yandan da kadınlık hallerini hikâye ediyorsunuz diyebilir miyiz?
Kadınlık hallerini hikâye etmeyi seviyorum. Ancak yalnızca kadınları yazan bir kadın yazar olarak anılmak istemediğim için erkeklere de aynı oranda yer vermeye çalışıyorum öykülerimde. Kitabımda eşit ağırlıktadır kadın ve erkek karakterler. Öyküler, bu kriter dikkate alınarak derlendi.
Uyum’da çocuklar evden ayrılınca ilişkilerinin bittiğini fark eden bir çift var. Hikâyeleriniz bir yandan da yakın ilişkilere dair… Bu temalara dair yeni hikâyeler yazacağınız anlaşılıyor. Günlük hayatın, ilişkilerin hüznü ve ironisi ilginizi çekiyor diyebilir miyiz?
Evet, hem de çok. Çünkü ilişkiler, ama özellikle yakın ilişkiler hayatı renklendirebildiği gibi karartabilir de. Çok çeşitli olduğu kadar çok da anlaşılmaz. Küçük ayak parmağını vuran ayakkabıyı anında elden çıkaracak kadar kararlı ve tez canlı bir kadının, örneğin, çenesini dağıtan bir adamla ömrünü tüketebilmesi haliyle ilgimi çekiyor. Bazen öykülerimde konu farklı yere varsa da, çıkış noktam bir karı koca veya dede torun ilişkisi olabiliyor. Hatta ilişkiler, benim için başlı başına esin kaynağı demek pek yanlış olmaz.
Leke’de edebiyatımızda ve sinemada yeni yeni derinliğince yazılmaya başlayan bir konuyu beklendik bir biçimde nihayetlendirmiyorsunuz. Ancak bu son da oldukça gerçekçi… Hikâyelerinizin sonları oldukça çarpıcı ya da Neyse Halim’de olduğu gibi mizah da barındırıyor. Son’lara ihtimamınız olduğunu düşündüm. Ne dersiniz?
Çok haklısınız. İlk cümlenin çok önemli olduğu kabul edilir. Katılıyorum, çünkü okuru okumaya ikna edecek olan ilk cümledir. Bununla birlikte, öykünün bir etki yaratması ve akılda kalıcılığını sağlaması açısından, “son”un da en az ilk cümle kadar önemli olduğu kanısındayım.
Yeni kitap projeleriniz var mı?
Var, iki farklı kitap projesi üzerinde çalışıyorum. Aslında düzenli yazıyorum, ancak ilk kitaptan sonra biraz tembellik ettim. Okurla buluşmak şahane bir his. Bir süre onun tadını çıkardım. Sonrasında da, okurların, ikinci kitap ne zaman, hadi bekliyoruz, hiç durma, yaz gibi son derece olumlu yorumlarıyla, çok mutlu olmakla birlikte, hafif bir tedirginlik hissettim, kendimi yinelemeden yine benzer etkiyi yaratabilecek miyim diye. Neyse, o da geçti, şimdi devam…
http://www.rotka.org/rotkalimon-soylesileri-elif-togay-yonattan-herkes-gibi-herkes-kadar/
]]>