Bu kitabı yazmaya başladığımda, aklımda adını Bir Şanslı Piç koyma fikri vardı çünkü kesinlikle öyle olduğumu hissediyorum. Ancak bu p’li kelimenin biraz müstehcen olduğu ve kitapçıların raflarında iyi görünmeyeceği düşünüldü. Ben de seksen küsur yıllık yaşamımda edindiğim arkadaşlarım, meslektaşlarım ve sevdiğim insanlarla ilgili anı ve hikâyelerimin eğlenceli ve dokunaklı bir derlemesi olarak göreceğinizi umut ettiğim bu kitabı, belki de daha düzgün bir şekilde tasvir edecek yeni bir isim bulmaya karar verdim.
Hollywood’da büyük bir zevkle birlikte çalışma şansını edindiğim Lana Turner, en çok nefret ettiği şeyin Linda Christian adındaki başka bir aktris olduğunu söylemişti. Bunun nefretin sebebi, Linda’nın Lana ve Tyrone Power nişanlıyken Tyrone’un Roma’da bir filmde çalışırken kalacağı yeri öğrenip yanındaki odaya rezervasyon yaptırmış olmasıydı… eh gerisi zaten malum.
Bunu size neden anlatıyorum? Şey, bir süre sonra, Linda ve Edmund Purdom –benimle aynı zamanda MGM ile sözleşmesi olan– tutkulu bir ilişki yaşamaya başlamışlardı ve işleri daha da karmaşıklaştıracak şekilde, Linda bu kez ona pahalı mücevherler ve değerli elmaslar alan zengin bir sanayiciyle geçmişte yaşadığı başka bir ilişki yüzünden biraz tatsız bir durumun ortasında bulmuştu kendini; adamın ailesi mücevherleri geri istiyordu. Linda yaşadığı sıkıntıların bir şekilde telafi edilmesi gerektiğini hissediyordu ve mücevherlerin karşılığında alınacak parayla değiştirileceği gün kararlaştırıldığında, oldukça atletik ve fit bir genç adam olduğum ve herhangi istenmeyen bir müdahaleyi “korkutup kaçıracağımı” düşündüğü için Edmund ve kendisine eşlik etmemi istedi.
Bir ya da iki yıl sonra, Linda’yla beraber oynayacağım bir TV oyunu teklifi aldım ve gerçekten okuduğum en kötü senaryoydu. Ancak sahne yönetimi Linda’nın bu işi neden bu kadar çok istediğini gayet net bir şekilde açıklıyordu: “Birinci sahnede Linda kadraja giriyor ve güzel saçları kulaklarının arkasına doğru itilmiş…”
İkinci sahne: “Linda muhteşem saçları ve omuzlarından dökülen elbisesi içeri girer ve öncesinden çok daha güzel görünmektedir…”
Bu böylece devam edip duruyordu. Belli ki işin özü kibirdi.
Ancak o senaryodan hatırladığım asıl şey, ölümün tasviri ve açıklanışıydı: “Biri öldüğünde, aslında sadece başka bir odaya girmiştir; orada olduğunu biliriz ama içeriye girecek anahtarımız yoktur.”
Bu cümle sürekli olarak kafama takıldı ve artık ayakta kalan son adamlardan biri olduğumdan arkadaşlarımın pek çoğunun yandaki odada olduklarını görüyorum. Marazi olmak ya da bir sürü ölüm ilanı yazmak istemiyorum ama pek çok arkadaşım hakkında geçmiş zaman kullanarak yazıyorum… Ancak lütfen moralinizi bozmayın sevgili okurlar, bu harika karakterler hayatlarımıza girdiği için mutlu olun, ben kesinlikle böyle yapıyorum. Frank Sinatra, “Işıkları kapatmak için geriye kim kalacak?” derdi.
Umarım bu ben olurum!