Latin Amerika Edebiyatı yazarlarından Juan Carlos Onetti, Valeria Luiselli, José Donoso, Laia Jufresa ve kitapları ne anlatır okuruna?
Hayatı okumak: Edebiyatı yaşamak
Daimi bir inşa ve yıkım halindeki bu dünyada bize tek ve sınırlı bir hayat bahşedilir, her an karşımıza çıkan sayısız seçenekten sadece birini seçmemiz gerekir. Olasılıkların bizi nereye götüreceğini de bilemeyiz üstelik, gelecek öngörülerimiz bile asılsızdır. Oysa bir düş kadar müphem fakat en azından daha direngen olan kurguda başka başka yollar döşeriz önümüze. Kaybettiğimiz zamanı, bir çocukluk anımızı veya bir tutkumuzu kucaklarız orada. Sıkıcı, anlamsız ve hatta yetersiz atfedilebilecek bir hayatı yeniden yaratırız edebiyatla. Okuduğumuz ve yazdığımız her satırla bir keşif gezisine çıkarız. Bir romanı yaşarken, dünyayı da baştan yorumlarız. Öyleyse dünya, her bir bireyin kendi düşleminden başka nedir ki? Hele de gerçeklik veyahut hakikat dediğimiz şey en temelde kendisi kadar kırılgan olan insan belleğine dayanıyorken… Geçmiş bile değişebiliyor, baştan yaratılıp yeniden inşa edilebiliyorken… Hele de kurgu ve gerçeklik bütünüyle iç içe geçebiliyorken… Gerçeklik bir kurguya, kurgu ise gerçekliğe dönüşebilecekken… Çünkü kurgu asla yalnızca gerçekliğin dışında yer alan bir düş değil, aynı zamanda gerçekliğe yeni bir şekil verebilecek bir “yaratım”dır. Ondan değil midir zaten bir kitap okurken dökülen gözyaşlarımız ya da atılan kahkahalarımız? “Gerçek” bir duygulanım değilse hissettiğimiz, neden tepki veririz okuduklarımıza? Korkulacak bir şey olmadığına inanıyorsak, neden korkarız bir korku romanından? Nasıl üzülürüz bir roman kahramanın yaşadıklarına, ortada “hakikaten” üzülecek bir şey yoksa şayet? Bir adım daha ileri götürecek olursak, gündelik hayatta karşımıza çıkmayan, hatta çıkmayabilecek durumlara duygusal, mantıksal ya da ahlaki tepkiler vermeyi de kurgudan öğrenmez miyiz zaman zaman? Dolayısıyla kesin olan şudur ki, bir edebiyat eseri okumak okurunun aktif dahiliyetini gerektirir: Etken bir varlıktır okur, karakterleri “doldurur,” okuduğu metin üzerinden olası sonuçlar çıkarır, varsayımlarda bulunur ve yargılara varır. Kurgusal bir metin okuruna sadece bu dahiliyet imkânını sunmakla kalmaz, aynı zamanda ona normalde erişemeyeceği bir içeriğe ve konuya erişme olanağı da bahşeder.
Bir başkaldırı: Latin Amerika edebiyatı
Bu noktada da devreye, Paul Ricouer’un deyimiyle, “dünyayla olan ilişkimizin kurucu unsuru hayal gücü” girer: Algımızdaki boşlukları doldurur, hatta bir “kimlik” unsuru oluşturur. Kurgu edebiyatı hayal gücünü şekillendirmenin esas unsuruna ve bunun sonucunda da gerçeklikle ilişki kurmada, kimlik geliştirmede kilit noktaya dönüşür. En temelde bir varoluş araştırması olan edebiyat sadece bir model oluşturmakla kalmaz, kolektif bir hayatın içinde bir kimlik kazanımına da yer açar; nasıl ki her coğrafi bölge ve tarihsel dönem kendi anlatı biçimini doğuruyorsa, her edebi metin de kendi coğrafyasını doğurur. Bizi, çevremizi, kökenimizi yaratır. Her edebiyat eseri aynı zamanda kültürel bir metindir ve kültürel metinler sadece bir gerçekliği değil, bir ulusun kimliğini de yansıtır.
Edebiyat üstünden kimlik yaratımı ve bu kimliğin hayal gücüyle iç içeliği belki en keskin şekliyle, insanların “yalnız fiziksel dünyalarıyla değil, düşleriyle de yaşadığı,” Latin Amerika Edebiyatı’nda görülür. Ve yine, anlatılmak istenilen gerçeklik belki en çok orada “dil” üzerinden kurulur. Çünkü dil, özellikle klasik gerçekçi roman formunun bir kenara bırakılmasıyla, gerçekliği aktaran değil, yaratan bir unsura dönüşür. Artık, Octavio Paz’ın dediği gibi, dil insana, insan dile dönüşür. Bir kurmaca metnin gerçekliği sadece dille yaratılır, başka bir deyişle, hakikat artık dilsel bir algıdan başka bir şey değildir ve tam da bu şekilde, “kendi kendinin anlamını taşıyan edebi metin,” yani roman, sınırların ötesine ulaşarak bir hayatın hikâyesine dönüşür. Hemen her gün anlamını, ahengini, tutarlılığını yitiren bir dünyaya kaybolan ahengi, anlamı ve tutarlılığı yaratılan yapıtların diliyle geri kazandırmaktır bu. Yahut tüm o tutarsızlığı büsbütün göz önüne sermek. Simgeler ve imgelerle bir bütün yaratmak.
İşte Juan Carlos Onetti’nin, Valeria Luiselli’nin, José Donoso’nun ve Laia Jufresa’nın yaptığı da budur. Her biri gerçekliği dil ile işaret ettikleri nesneler arasındaki ilişki üzerinden kurar ve bu ahengini yitirmiş, sınırlarla dolu dünyada bir kurtuluş olarak yarattıkları kurguya kaçar, yazıya sığınır.
(…)
Geçmişin inşasında hoşa giden bir tat: Umami
Yine genç bir Meksikalı kadın yazar olan Laia Jufresa’nın ilk romanı Umami’nin de en çarpıcı noktası ana kahramanlarının romanda yer almamasıdır. Kalabalıkta Yüzler’in, “Binbir Gece’nin anlatıcısı ölüm gününü ertelemek için bir dizi öyküyü birleştirerek anlatır. Belki de benzer fakat tam tersi bir mekanizma da bu hikâyeyi, bu ölümü ertelemeye yarıyordur,” cümlesini yinelercesine, kavuşturmak için yitip gidenleri birbirleriyle, 2004 yılından başlayarak geriye doğru giden ve 2000 yılında son bulan bir hikâye anlatır Jufresa. Zamanı geriye döndürmektir bu. Gerçeklikten medet ummamak –artık. (Edebiyat süreklidir, hayat kısa.)
1983 yılında Meksika’da doğan Laia Jufresa ilk gençliğini Paris’te geçirdikten sonra 2001 yılında Mexico City’ye taşınır, şimdi ise Madrid’de sürdürür hayatını. Umami Japoncada “hoşa giden tat” anlamına gelir ve tatlı, ekşi, buruk ve tuzlu ile birlikte beş temel tattan biridir. Temel bir tat olup olmadığı uzun süre tartışılmıştır. Tanımlaması güçtür. Bu bağlamda eser adı da son derece manidar değil midir?
“Kadere” karşı çıkmaktır Jufresa’nın yaptığı. Yalnızlık ve kayıp üstüne kurulu bir romandır çünkü Umami:
Nehre girip de hiçbir zaman çıkmayan bir kız kardeş, dokuz yaşındaki kızını terk edip kaçan bir anne, ne ağzına tek bir lokma koyan ne de resim yapan, fakat sözcüklerden renkler uyduran ressam bir kadın, beslenme antropolojisi üzerine uzman dul bir adam. Bu dul adamdır işte Umami’nin ve roman mekânının ev sahibi: Evlerine tuzlu, tatlı, ekşi, buruk ve umami isimlerini vererek bulur kiracılarını. Müteveffa karısıyla konuşmaya çalıştığı Umami evinde oturur kendisi. Kız kardeşini nehre teslim eden Ana ve ailesi ise Tuzlu’da deşer geçmişini.
Bir yas romanı olmasının ötesinde beş temel tadı, hatta belki çok daha fazlasını, içinde barındıran dil üzerine kurulu bir romandır Umami. Onetti ve Luiselli’deki gibi tıpkı, kurguya hizmet eden bir dildir elbet söz konusu olan. Yine dildir, karakterleri farklı farklı açılardan görmemize olanak tanıyan. Sözün dile getirdiğini bile aşan.
(…)
Yazı benim belkemiğim: Yazı benim gerçeğim
Evren bizim algımızdan bağımsız bir varlık değildir ve bir kurmaca eser, yalnızca yazarının ortaya koyduğu bir ürün olarak değil, yazıldığı dönem, mekân ve özellikle de koşullar altında değerlendirilmelidir. Ancak bu şekilde edebiyatın kültür ve kimlik gelişimi üzerinde oynadığı o esaslı rolü görmek mümkün olabilir. Tüm bu bahsi geçen eserlerde Latin Amerika’nın tarihinin temel öğelerine yapılan bağlantılar sembolize edilir, bu nedenle her biri aslında tarihin ve yer yer müşterek diyebileceğimiz bir geçmişin kendisiyle de ilgilidir. Ancak söz konusu yazarlar birer tarihçi kimliğine bürünmeden, metaforlar üzerinden yaparlar bunu; yeniden yazılmış bir tarihtir yarattıkları, tarihçilerin tarihlerine karşı.
Algılanan gerçek, anımsanan gerçek, belirlenen gerçek, yansıyan gerçek, aktarılan gerçek, düşlenen gerçek, simgesel gerçek: Gerçek yaratıldığı oranda vardır. İmgesel, gerçeğin içindedir; gerçek ise imgesel aracılığıyla görülmektedir. Nasıl tanımlarsak tanımlayalım, gerçektir bu yazarların coşkun bir hayal gücüyle kaleme aldıkları satırları; gerçeğe eklenen, gerçeği yaratan ve yeni bir “yaşam imgesi kuran” eserlerdir çünkü her biri; kendilerine dönen, kendileriyle konuşan, kendi kendilerini çoğaltan metinlerdir. Ondan böylesi kolaydır belki, satırlarını okurken, hiç fark etmeden, Onetti’nin, Luiselli’nin, Jufresa ve Donoso’nun roman kişilerinden birine dönüşümümüz. Sessiz bir ayna değildir çünkü edebiyat; duyguları dile getiren metinsel bir yapıdır. Hem zaten, yazı bir yana, herhangi bir şeyde mümkün müdür ki dolaysız bir yansıma? İnsan sonsuz ayrıntılar içindedir ve hem roman, hem de özünde olabilirlik dünyası üzerinden kurulan insan gerçeği bu ayrıntılarla kavranmalıdır.
Bölük pörçük dillendirilen yahut zamanı tersine döndürerek, zamanı kendi kuyruğunu ısıran bir hayvana dönüştürerek kaleme alınan, ıstırapla zevk veren, bizi hayaletlere karıştıran bu gözenekli, yatay, dikey anlatılar gerçeğin boşluklarını doldururlar: Dışarıdan içeri, içeriden dışarı sızanı anlatırlar; bir ihtiyaçtan doğarak bir işlevi yerine getirirler. Teker teker Michel Butor’un sözlerini yankılarlar: “Ben romana zorunlu olarak geldim; ondan kaçınamadım. Yaşamımın birliğini sağlamak için yazıyorum ben. Yazı benim belkemiğimdir.” Ve bir yaşam şekli olarak edebiyatı seçerek, hep bir ağızdan Gabriel García Márquez’in sözlerini müjdelerler:
“Romanlar, yazılırken yazarların elinden kaçıp kurtulmak isterler. Romanın kişileri kendi öz yaşamlarına dönerler ve sonunda da canlarının istediğini yaparlar.”
“Zihnimin karanlık dehlizlerinde kıvrılmış, çırılçıplak uyur hayallerimin ölçüsüz çocukları, sessizce beklerler sanatın sözcüklere dönüşüp kendilerini dünyaya sunmasını,” diyen Gustavo Adolfo Bécquer’e göz kırparlar ve anlatırlar içlerinde hayatta kalma dürtüsüyle ayaklanıp karanlıktan sıyrılarak gün ışığının peşine nasıl düştüğünü bu ölçüsüz çocukların. (Ah, ama düşünce ve biçim arasında sadece sözcüklerin yok edebileceği koca bir uçurum vardır!)
Ve haykırırlar korkusuzca ellerinden kaçıp kurtulmak isteyen bu çocuklara:
Kalkın ve yürüyün o halde, size bahşedebileceğim bu tek bir ömürle! Girmeyin düşlerime, dilenmeyin benden ışığı, kafamın içindeki bu dünyadan gözlerimi ayırmak istiyorum artık. Hanginiz bir düştü, hanginiz başıma geldi gerçekten?
Huzur içinde uyumak istiyorum artık; daha doğmadan hiçliğe mahkûm ettiğim için sizi, küfredecekseniz bana kâbuslarımda, gidin artık ve dünyada bulduğunuz bir yankının içinde kalın, ayaklarını sürüye sürüye yürüyen bir bedenin ruhunda, sevinçlerinde ve kederlerinde, umutlarında ve yıkıntılarında kalın; çünkü o büyük yolculuğa çıkarken ben, yanımda götürmek istemiyorum sizleri, karmakarışık ve sıkış tıkış bir bavulla.
Latin Amerika’nın hayaletleriyle bezeli bu metinler ölüme ve hayatın sınırlarına kafa tutarlar. Bir başkaldırıdır en temelde okuduğumuz. Bulmak ve bulunmak, yaratmak, yaşamak ve yaşatmak üstüne metinlerdir her biri. Hiçbir zaman tamamlayamayacak olduklarımızı tamamlayan bir edebiyat. (Edebiyat süreklidir, hayat hâlâ kısa.) Budur bu Latin Amerikalıların özü.
Seda Ersavcı
http://t24.com.tr/k24/yazi/ars-longa-vita-brevis,528